Yüzyılı aşkın bir süredir her 29 Ekim’de kutlanan “Cumhuriyet”in, gerçekte neyi ifade ettiği konusunda doğru bir kavrayışa sahip kişilerin sayısı oldukça azdır.

Bu eksikliğin temelinde, kalkınma ve eğitim düzeyiyle doğrudan bağlantılı bir bilinç sorunu bulunur. Gündelik kaygılarla yönlenen, Maslow’un “gereksinimler hiyerarşisi”nin alt basamaklarında sıkışmış bireylerin olduğu bir toplumda soyut ve kavramsal düşünme yeteneği gelişemez. Böylesi bir toplumda, “Cumhuriyet” de bir siyasal ülkü (“ideal”) olmaktan çıkarak törensel bir simgeye indirgenir.

Simgeler, güçlü duygular uyandırabilir, ancak tek başlarına anlam üretmez ve bilinç oluşturamaz. Bu nedenle “Cumhuriyet”, “yalnızca adı kutlanan” bir bayrama dönüşürken, ondan çok uzakta bir “rejim”in içinde yaşandığı bile fark edilemez duruma gelir.

Öyle ki, yasal olarak dahi diğer bayramlardan ayrı ve özel nitelikte tek “ulusal bayram” olduğu unutulmak üzeredir.

Mustafa Kemâl ve onunla aynı düşünce çizgisinde yer alan kurucu kadro “Cumhuriyet”i, Türk ulusunu kişilerin vesayeti altında zorla tutan bir rejimden kurtararak özgürleştirmeyi amaçlayan yalnızca ulusal değil, aynı zamanda bir “insanlık ülküsü” olarak da ele almıştır.

“Cumhuriyet”, egemenliğin, aralarında kan bağı bulunan bir ailenin üyeleri arasında ya da belirli bir zümre içinde kalıtsal yolla devredildiği monarşilerin tam karşısında konumlanır ve her türlü veraset ilişkisini tamamen reddeder.

Çoğu kez karıştırıldığı “hükûmet biçimi” olan “demokrasi”den farklı olarak, egemenliğin kaynağını ve aktarılma biçimini belirleyen “Cumhuriyet”, bir “rejim”dir.

Cumhuriyetin “rejim” niteliği, onun yalnız “hükûmet etme usûlü”yle sınırlı olmadığını; kan ve soy bağı ilişkilerinin ve her türlü veraset ayrıcalıklarının kamusal bütün alanlarda reddedilmesini ifade etmektedir.

Cumhuriyet rejiminde bir kişinin seçilmesi, atanması ya da yükselmesinde kalıtsal bağları hiçbir biçimde etkili olamaz. Belirleyici olan bireyin kişisel nitelikleri, bilgisi, yetkinliği ve donanımı ile ulusa “bizzat” sağladığı katkıdır. Bu yönüyle, toplumsal olduğu ölçüde bireycidir; bireyin içinden çıktığı aile, sınıf ya da zümreye göre değil, kendi tekil varlığıyla muhatap alınması ilkesine dayanır.

Mustafa Kemâl, Cumhuriyet rejimine dayanan yeni bir Türk devleti kurarken, bu konuda sonradan öğrendiği siyasal düşüncelerden daha çok, onun kişisel olarak yaşadıkları etkili olmuştur.

Yakın çevresinde yer alan —Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gibi— birçok kimsenin askerî aristokrasinin köklü ailelerinden geldiği bir ortamda, kalıtsal ayrıcalıkları reddeden bir “Cumhuriyet rejimi”, ancak bütün kazanımlarını kendi yeteneği, bilgisi ve iradesiyle elde eden “bir yetim çocuğun düşü” olabilirdi ve nitekim öyle olmuştur.

Öyle ki, “Millî mücadeleye beraber başlıyan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe, [ona] mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir” (15/X/1927).

O ise, “milletin vicdanında ve istikbalinde ihdas ettiği büyük tekâmül istidadını [yani “Cumhuriyet”i], bir ‘milli sır’ gibi vicdanında taşıyarak peyderpey, bütün heyeti içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyeti” (15/X/1927) ile hareket etmekten geri durmamıştır.

Bu bakımdan, onun, “Cumhuriyetin bilhassa kimsesizlerin, kimsesi olduğu” (01/XI/1928) sözü, bir veciz söylem değil; bizzat kendi yaşamının içinden süzülmüş içten duygularının, derin hislerinin ifadesidir.

Egemenlik hakları yüzyıllarca gasp edilmiş, “bir sultanın tebâası” olmaya zorlanmış Türk ulusunun, —kendisi gibi— “yetim” bireyleri, ancak kendi “Cumhuriyet” rejimleri içinde saygın “yurttaşlar” olabilir ve ancak böyle bir rejimin hâkim olduğu bir devlet “Türklerin devleti” olarak varlık kazanabilirdi.

Bu bakımdan,“temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti” (29/X/1933) Atatürk için yalnızca bir siyasal ülkü olmayıp; onun bütün yaşamını, yaşamı boyunca verdiği bütün mücadeleyi ve kişiliğinin özünü temsil eden bir varlık biçimi olarak ortaya çıkmıştır.