2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, hâkimlerin ve savcıların yalnızca hukuka uygun davranma yükümlülüğünü değil; mesleğin vakar ve onuruna gölge düşürebilecek, kişisel haysiyet ve itibarı zedeleyebilecek davranışlardan kaçınma zorunluluğunu da açıkça düzenlemektedir.
Mesleğin saygınlığını korumak, görev süresinin sona ermesiyle birlikte ortadan kalkmayan ve yaşam boyu süren bir etik sorumluluktur. Nitekim, bu sorumluluk, Türk Yargı Etiği Bildirgesi’nde de açıkça düzenlenmiştir.
Son dönemlerde adı geçen kişinin konuşma ve yazışmalarından ortaya çıkan görüntü, bu ilkelere aykırılığın en belirgin örneklerinden biri durumuna gelmiş olması karşısında, hem mesleğin saygınlığının korunması hem de kamusal güveni zedeleyen davranışların hukuksal sorumluluğunun anımsatılması bakımından artık kaçınılmaz bir değerlendirmeyi gerekli kılmıştır.
Bir kişi yasal sonuçlarına katlanmak koşuluyla kendi adıyla hareket etmekten men edilemeyeceği gibi, bunun da ötesinde, suç işlemeyi dahi göze alabilir veya şahsî itibarını riske atabilir. Ancak, hukuka aykırı ve muhataplarının kişilik haklarına saldırı niteliği taşıyan eylemlerini, adının önüne “Devlet’e ait” ve asla zedelenmemesi gereken bir unvanı ekleyerek sergilediğinde konu, kişisel sorumluluğundan öteye, tümüyle başka bir boyuta taşınmaktadır.
Zirâ kendi adına yöneltilen beyanların ötesinde, Devlet’e ait bir sıfat aracılığıyla temsil ettiği kurumun saygınlığına zarar verebilmesi kişinin kendi tasarrufunda değildir ve olmamalıdır.
Öyle ki, hukuk meslek ve unvanlarını alan kişilerin (hâkim, savcı, avukat, noter, akademisyen vb.) profesyonel hukukçu olmaları nedeniyle eylem ve işlemlerinin hüküm ve sonuçlarını bildikleri karine olup, aksinin ileri sürülmesi hukuken ve etik olarak olanaklı değildir.
Bu bakımdan, her ne kadar “emekli” olmuş bir kimsenin “Cumhuriyet savcısı” sıfatını kullanmasını engelleyen açık bir yasal düzenleme bulunmuyor olsa da, böyle bir kullanımla hukuka aykırı eylemlerin pekiştirilmesi ya da bu sıfat yoluyla zımnî bir koruma sağlanması hak ve yetkisi bulunmadığı gibi, böylesi bir durumun ceza ve idare hukuku düzenlemeleri kapsamında sorumluluğa yol açtığı kabûl edilmektedir.
Hukuka aykırı ve muhataplarının kişilik haklarına saldırı niteliğini taşıyan yorum ve açıklamaların hâlâ Devlet’e ait bir sıfat altında sürdürülmesi, kişilerin olduğu kadar ve hatta bundan daha çok, Devlet’in saygınlığını etkileyen sonuçları ortaya çıkarmaktadır.
Bu nedenle, yalnızca eylemlerinin doğrudan muhataplarının değil; zararın niteliği ölçüsünde, Devlet’in kendisinin de bu kişiden tazminat talep etme hakkını bir seçenek olarak değerlendirmesi gerekmektedir.
