Atatürk, bir yanda büyük savaşlar kazanmış utkan bir “Başkomutan”, “Mareşâl” ve “Gâzi”; öbür yanda en çetin koşullar altında yeni bir devlet kurmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kurucusu” ve ilk “Cumhurbaşkanı” olarak tarihte en saygın mevkide yerini almıştır.

Ancak O’nun gerçek büyüklüğü, sahip olduğu bu unvanların görkeminde değil; yaşamı boyunca almış olduğu her kararda, yaptığı her tasarıda ve gerçekleştirdiği her eylemde —bütün bunlar kişisel yaşamına ilişkin olsa bile— yalnızca ulusunun gönenç ve esenliğini gözetmiş olmasındadır.

Hiç kimse, Mustafa Kemâl’in Şam’daki sürgünden Selanik’e geri dönmeyi annesi ile kız kardeşini ya da doğduğu toprakları özlediği için istediğini savunamaz. O’nun düşüncesi, Selanik’e dönerek istibdâd rejiminden kurtuluşu bir an önce örgütleyebilmektir. Kimse diyemez ki, Çanakkale’de orduların emrine verilmesini mevki arzusuyla talep etmiştir; ya da Ankara’da bir çiftlik kurarken amacı servet edinmek ve varsıllaşmaktır.

En kişisel konularda bile aslî —ve hatta belki tek— düşüncesi, “Türk ulusu” olmuştur. Kendi yaşamının en kişisel tercihi olan eş seçiminde bile, kişisel mutluluğunu değil; ulusuna en iyi örnek olacak bir aile düzenini kurabilmeyi gözetmiştir.

İnsanlık tarihi, sayısız büyük insan kaydetmiş olabilir; ancak O’nun varlığına dek, yaşamının her ânını ulusuna adayarak her eyleminde ulusu için en doğru olanı yapma sorumluluğunu gözeten başka bir şahsiyet ve iradeye tanıklık etmemiştir.

Bugün, öz evlâdı olan Türk Ulusu, en kutsal yası O’nun, babasının ardından tutmakta; en yüce, en soylu duyguları yine ona akıtmaktadır.